Daha önceki yazılarımda şu anda ülkemizde yaşanan siyasi ve bilimsel başarısızlıkların bir kader olmadığından bahsetmiştim. Özellikle cumhuriyetin ilk 40 yılında bilimsel ve ağır sanayi konusunda çok ciddi çalışmalar yapıldığını anlatmıştım.
Bunlardan bir tanesi de tıp alanında gerçekleştirilen aşı çalışmalarıdır.
Bu konuda yapılan ilk çalışmalar “Kızıl Sultan” adıyla da bilinen Sultan 2. Abdülhamit döneminde başlamıştır.
Bu karışık dönemden biraz bahsetmekte fayda var.
1889’da Bağdat’ta çıkan kolera salgını 1893’te kervanlar ile batı Anadolu illerine ve İstanbul’a sıçrar. Paris’teki Pastör Enstitü’sünün kuduz aşısını küçük bir çocukta denendiğini duyan Sultan 2. Abdülhamit, Paris’te Pastör Enstitüsü’nün kurulması için bağış yapar. Arkasından Paris’e bir tıp öğrenci heyeti gönderilerek derslere katılması sağlanır. Eğitim alıp gelen bu doktorlarla 1887’de İstanbul’da bir Kuduz Enstitüsü açılır. O yıl bu enstitüde 2.521 kişi tedavi görür, sadece 13 hasta ölür.
Kolera salgınının Anadolu’ya sıçraması üzerine Pastör Enstitüsü’nden Dr.Henry Chantemesse İstanbul’a çağırılır. Bu hekimin çalışmalarıyla kolera salgınının kaynakları incenerek mücadele başlatılır ve İstanbul’da 3 dezenfeksiyon istasyonu kurularak karantina uygulanır. Elde edilen başarı sonucunda madalya ile ödüllendirilen doktor üç ay sonra ülkesine döner. Yerine ise Almanlardan önce davranarak Dr. Nicolle’ü İstanbul’a yollar.
Dr.Nicolle İstanbul’da 3 yıl kalır. Demirkapı’daki askeri Tıbbiye’de derme çatma bir laboratuvara yerleşir. Ona çok becerikli, birkaç dil bilen fakir bir Karay Yahudi’si tercüman ve çırak verilmiştir. Veteriner hekim Adil Bey de Dr.Nicolle’ün muavinidir. İlk yerli labaratuvar “Bakteriyolojihane-i Şahane” adıyla 1894’te resmen kurulur. Burası Pastör Enstitüsünün bir şubesi gibi çalışır, Türk hekim ve baytarlara dersler verilir. Labaratuvar 1 yıl sonra Nişantaşı’na taşınır.
Burada aklımıza gelen soru, Paris’te açılan enstitüsü için Fransa’ya bağış yapan Sultan 2.Abdülhamit, İstanbul’da kurulan bu “Bakteriyolojihane” için neden kaynak ayırmamıştır?
Bu enstitüde insandan hayvana bulaşan hayvan sıtması serumu ve Haleb çıbanı için ilk difteri serumu üretilir.
Alman Behring’in bulduğu difteri anti serumu, Paris çocuk hastanesinde uygulandıktan sonra ertesi yıl Dr.Nicolle tarafından İstanbul’da üretilir ve Difteri (kuşpalazı) ve Tetanoz antiserumlarıyla hastalar tedavi edilir.
Dr.Nicolle, 1898’de İstanbul’a gelen ve Bakteriyolojihaneyi gezmek isteyen Kayzer’e izin vermez. Bu olay, her fırsatta eleştirdiği padişahı kızdırır. Padişahtan gelen tepki üzerine 1901’de istifa eder. O sırada veba salgını vardır. Fransa’dan Dr.Remlinger gelir ve 1908’e kadar çalışır. O da 1908 devrimini bahane ederek Fransa’ya döner. Yerine Paul Simond gelir 1914’e kadar kalır. Daha sonra enstitünün başına Hayim Efendi geçer. 1922’ye kadar çalışmalar yapar.
Büyük bir vizyon sahibi olan Mustafa Kemal Atatürk konunun üzerine eğilir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’da Aşı ve Serum Laboratuvarlarının temelleri atılır. Mustafa Kemal Paşa’nın dava arkadaşlarından Sağlık Bakanı ve Başvekil Dr.Refik Saydam’ın adı bu kuruma verilir ve kendisi de burada görevlendirilir.
Yıllar geçtikçe enstitü büyür. Gıda ve ilaç Kontrolü, Farmakoloji, Parazitoloji, Su Analizleri, Mikoloji, Bakteriyoloji, Viroloji, Kültür Kolleksiyonu ve Antijen-antiserum laboratuvarı, Devlet’in hakem laboratuvarları, Biyolojik Kontrol, Frengi’ TPİ testi, Toksoplazma laboratuvarı, Hematoloji, Biyokimya ve immünglobülin üretimi laboratuvarları olarak hizmet verir. Ayrıca “İlaç Kontrol Şubesi” üretilen ilaçları denetler. Yapılan sıkı denetimler sebebiyle kurum ilaç firmalarının korkulu rüyası haline gelmişti.
İlkokuldayken hepimize uygulanan karma bakteri aşıları (Difteri-Boğmaca–Tetanoz) burada üretildi. Bakteriler vakumlu büyük fanuslarda üretilip çoğaltılarak tarihi otoklavların içinde sterilize edildi. Üretilen anti serumlar arasında akrep, yılan sokmalarına karşı serumlar olduğu gibi gazlı kangren anti serumları ve bunların şişeleme işlemleri ayrı bir laboratuvarda yapılırdı. Büyüyen Türkiye’de artan talep sebebiyle serum imalatı için Esenboğa’da ayrı bir serum çiftliği kurulmuştu.
Viroloji şubesi de Riketsiya (kene) ve Virüs aşıları üretmekteydi. Kızamık ve Çocuk Felci haricinde, Tifüs, Kuduz, çiçek ve grip aşıları hem üretilmekte hem de uygun steril depolarda saklanmaktaydı.
Evet, şimdi dışarıya avuç dolusu paralar ödeyerek aldığımız “grip aşısı” yakın bir geçmişte yurdumuzda, dünya sağlık teşkilatının her yıl belirlediği virüs yapısına göre Viroloji şubesinde üretilmekte ve küçük cam fılakonlar içinde halka satılmaktaydı.
Bazı aşılar stratejiktir. Kendi milli kimlik unsurlarınıza göre üretir ve stoklarsınız. Savaş, afet, salgın gibi olağanüstü durumlarda da kullanırsınız. Kurulan Hıfzı Sıhha Enstitüsü’nün yaptığı bir çalışma da buydu.
• 1940’larda Türkiye, Ortadoğu’ya Tifüs aşısı satacak noktaya geldi.
• 1942’de tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.
• 1947’de Biyolojik kontrol Laboratuvarı kuruldu ve aşı istasyonu açıldı. İntradermal ve BCG aşıları üretildi
• 1948’de ilk boğmaca aşısı üretildi.
• 1950’de İnfluenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve İnfluenza aşısı üretimine başlandı
• 1951’de ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.
• 1954’de İlaç Kontrol Şubesi kuruldu.
• 1956’da tetanos aşısı daha modern metotlarla üretilmeye başlandı.
• 1958’de, ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı.
• 1966’da Kolera Referans Laboratuvarı kuruldu.
• 1974’de Mikoloji Laboratuvarı açıldı.
• 1976’da BCG aşısının deneysel üretimine başlandı.
• 1983’de kuru BCG aşısı üretimine başlandı.
• 1984’de Zehir Danışma Merkezi açıldı.
• 1987’de AIDS Araştırma merkezi açıldı.
Aşı üretimi nasıl bitirilir?
Cumhuriyet’in büyük yokluklarla kurduğu ve harikalar yarattığı Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi ne yazık ki 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 663 sayılı kararname ile kapatıldı. Kurumun adı da 2012’de değiştirilip “Halk Sağlığı Kurumu”na çevrildi.
Erzurum, Samsun, Diyarbakır ve İzmir’de şubeleri olan İl Halk Sağlığı laboratuvarlarıyla koruyucu hekimlik hizmeti veren Dr.Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Fransızların Pasteuer’ü, Bio-Merieux’sü, İtalyanların Sclavo’su gibi olabilecekken cumhuriyetin birçok değeri gibi yok edildi.
1940’lar da Ortadoğu ülkelerine Tifüs aşısı satan Türkiye şimdi ele muhtaçtır. Şimdi de risk grubunda olan herkese aşı olması tavsiye edilmektedir. Ama ortada aşı yok. İnsanlar eczaneler önünde sıra oluyorlar ama aşı alabilmek için değil. Her eczaneye sınırlı olarak gelecek aşı listesine isimlerini yazdırabilmek için. Bunların kaçı aşıyı alabilecek belli değil.
Tıbbi teknoloji ve cihaz bakımından patladık ama koruyucu hekimlikten sınıfta kaldık!
Acaba bu konuda gereken bütçe dudak uçuklattığı için aşı olmasa da olur, Türklere bir şey olmaz mı denmek isteniyor?
Seyfi Çetin
@seyficetin65
Teşekkürler, detaylı ve güzel bir yazı olmuş.